Bahsetmek istediğim, çoktandır duyar olduğumuz, bir dolandırıcılık biçimi.
Prof.Canan Karatay'ın başına geldiğinde çok bahsedilmişti, hepimiz duymuştuk. Kendi ağzından, yaşadıklarını bir dinleyelim önce:
Bu olaylar o kadar çoğalmış ki, "beni de aradılar, 'hadi canım' dedim, kapattım" diyen pek çok kişi var etrafta. Yakın zamanda, aynı şekilde dolandırılan birine daha denk gelince, bir kez daha uyarı olur diye düşünerek bu yazıyı yazmaya karar verdim.
İki gün üst üste, en yakınlarına bile bir şey söylemeden, dolandırıcılarla buluşan, neyi var, neyi yoksa elleriyle onlara teslim eden Leyla hanımdan konunun detaylarını öğrenmeye çalıştım. Ne kadar detaylı bilgiye sahip olursak, o kadar iyi.. Belki bir şekilde başkalarının mağdur olması önlenir.
Her iki olayda ortak olan kısım, polis olduklarını söyleyen kişilerin, bir terör örgütünden ve bir operasyondan bahsetmeleri, "evinizi dinliyorlar, telefonunuzu dinliyorlar" demeleri, sizi komiser ve savcı dedikleri kişilerle konuşturmaları, telefonu kapatmanıza ve kimseyle konuşmanıza da izin vermemeleri.
Emniyet Müdürlüğü'nden gelen açıklamada, yüzlerce böyle vakanın yaşandığı, dolandırıcıların, kurbanlarını telefonda uzun uzun konuşturarak, zayıf yönlerini bulmaya çalıştıkları, daha sonra, hipnotize ederek bilinç altlarını etkileyen şahsın her söylediğini yapacak duruma getirdikleri anlatılıyor. Devamlı açık tutturulan telefonla yapılan telkinler sonucunda, iradesi zayıflamış olan kurbanların, bu aşamadan sonra artık sadece telefondaki sesi duyarak, oradan gelen talimatları bir an önce yerine getirmek için çabalar hale geldiklerinin altı çiziliyor.
Bire bir dinlediğim olay da, beni konunun hipnozla ilgili olduğuna ikna etmiş durumda.
Hipnozda kullanılan "önce bir şok vererek işe başlamak" terör örgütünden bahsedilerek uygulanmış.
Sonrasında da, mağdur olan kişiye "anne" diye hitab edilip, aynı şekilde, kadıncağızdan da kendilerine oğlunun adıyla hitab etmesi istenmiş.
Telefon konuşması sırasında kapıyı çalarak eve gelen yardımcı kadın duyduklarını şöyle anlatıyor:
"Leyla hanım kapıyı açtığında, telefon kulağındaydı. Bana 'hoşgeldin Emine kızım, nasılsın, gir içeri' dedi. Normalde beni böyle karşılamaz. Ben içeri geçtim, o telefonda konuşmaya devam etti. Devamlı 'Peki Murat. Olur Murat. Getireceğim Murat. Tamam Murat. Peki oğlum.' deyip duruyordu. Telefonu kapattıktan sonra da 'bir işim var' dedi ve çıktı zaten."
Leyla hanım çıktığında telefon kulağındaymış. Yolda da, sürekli olarak "şimdi karşıya geç, şimdi köşeyi dön" gibi komutlarla onu bankaya kadar yönlendirmişler. Bankada, bir defada istedikleri miktarda para çekilemeyince, banka görevlileriyle de, sanki Leyla hanımın oğluymuş gibi konuşup, üstelik bir de kavga etmişler. Sonunda parasını çekmeyi başaran (!) Leyla hanım, neyi var, neyi yoksa adamlara teslim etmiş.
İşin garip tarafı, sonrasında normal hayatına devam etmiş. Ne o gün, ne de ertesi gün, kimseye hiçbir şey söylememiş. İki gün sonra, her ne olduysa, aklı başına gelmiş de, ancak yardım istemeyi düşünebilmiş.
Leyla hanım için olan olmuş, giden gitmiş, artık yapacak birşey yok! Önemli olan, başka Leyla hanımlar olmasın..
Aman yakınlarınızı uyarın! Siz de dikkati elden bırakmayın! Belli ki, birçok kişinin canı yanmış bugüne kadar, bir sonraki, siz, biz, bir yakınımız olmasın.
Belki, güvenmediğimiz bir ses tonu fark ettiğimizde telefonu kapatmak, telefonda aynı kişiyle saatlerce konuşmamak, konuşmayı ikinci bir kişiyle mutlaka paylaşmak ve en son ihtimal, herşey çığrından çıktıysa da, buluşma yeri olarak bir karakolu vermek korunma sağlayabilir.
Bana sorarsanız, işi daha sağlam tutup, ileri yaşta olup da kendi parasının kontrolü, kendi elinde olan yakınlarımızı çok ciddi şekilde uyarsak iyi olur. Tıpkı küçükken çocuklarımıza tembih ettiğimiz gibi, tanımadıkları kimselerle - polis olduklarını bile söyleseler - konuşmamalarını söylemek bir çözüm olabilir.
Ne kötü bir dünyada yaşıyoruz biz böyle! Bazı şeyleri insanın aklı almıyor!
Her seviyede, her ortamda, insanlar artık başkalarının felaketleri üzerinden kendilerine dünyalar kurmayı marifet sayıyorlar.
Yeni vizyona giren, Scorsese filmi, The Wolf of Wall Street'de de ruhunu şeytana satan bir borsacının nelere kadir (!) olduğunu izliyoruz mesela..
Aldığım bir eğitimde Vipassana diye bir çalışmadan söz edildi.(Kelime anlamıyla "hakikati görmek" olarak tarif edilebilir.) Bir tapınağa kapanan insanların, 10-15 gün boyunca hiç konuşmadan, sadece hayatta kalmalarına yetecek kadar yiyip içerek, meditasyon yapmaları, kendilerini dinlemeleri ve dünyevi şeylerden arınarak ruhlarını terbiye etmeleri gibi bir şey.
(Konuşma, egzersiz yapma, bilgisayar, televizyon, okuma, yazma, müzik, din, et yeme, içki içme, cinsellik, uyuşturucu - veya diğer ilaçlar -, dokunma ve göz teması YOK! )
Bir kişiye verilen günlük yiyecek, diyelim ki, sadece dörtte bir muz ve 2 zeytin gibi. Sabah o 2 zeytini yemeğe gittiğinizde, sona kalmışsanız ve zeytin kasesi boşsa, kimseye birşey söyleyemeyip, aç kalıyormuşsunuz.
Burada asıl konu, sizin aç kalmanızdan çok, aslında şu: Erken gelip, hakkından fazla zeytin almış olan kişi, onun yüzünden bir kişinin aç kalacağını biliyor olmasına rağmen, o zeytinleri nasıl alabiliyor! Ruhu temiz kişiler, hiç kimse bakmıyor, kontrol etmiyor, şikayet etmiyor ve ceza vermiyor olduğunda bile, başkasının aç kalmasına sebep olarak kendi haklarından fazlasını almıyorlar, kendileri de yarı aç olmalarına rağmen, yapmıyorlar bunu.
Oysa ki, hiç doymak bilmeyen başka birileri, aç kalanlara, sakat kalanlara, hastalanıp hastaneye gidemeyenlere, çocuklarını besleyemeyen, okutamayanlara, yaralananlara, ölenlere rağmen, hatta onlar pahasına, kendi çıkarlarını gözetebiliyorlar. Bunu yaparken hiç utanmadıkları gibi, toplumun büyük bir kesimi tarafından, üstelik bir de saygı görüyor ve adam yerine konuyorlar.
Eskilerin, bu gibi durumlar için güzel bir temennisi vardır: "Ne diyelim! Allah ıslah etsin!"
Her seviyede, her ortamda, insanlar artık başkalarının felaketleri üzerinden kendilerine dünyalar kurmayı marifet sayıyorlar.
Yeni vizyona giren, Scorsese filmi, The Wolf of Wall Street'de de ruhunu şeytana satan bir borsacının nelere kadir (!) olduğunu izliyoruz mesela..
Aldığım bir eğitimde Vipassana diye bir çalışmadan söz edildi.(Kelime anlamıyla "hakikati görmek" olarak tarif edilebilir.) Bir tapınağa kapanan insanların, 10-15 gün boyunca hiç konuşmadan, sadece hayatta kalmalarına yetecek kadar yiyip içerek, meditasyon yapmaları, kendilerini dinlemeleri ve dünyevi şeylerden arınarak ruhlarını terbiye etmeleri gibi bir şey.
Kurallara bir göz atarsanız, çok da zor bir şey.
(Konuşma, egzersiz yapma, bilgisayar, televizyon, okuma, yazma, müzik, din, et yeme, içki içme, cinsellik, uyuşturucu - veya diğer ilaçlar -, dokunma ve göz teması YOK! )
Bir kişiye verilen günlük yiyecek, diyelim ki, sadece dörtte bir muz ve 2 zeytin gibi. Sabah o 2 zeytini yemeğe gittiğinizde, sona kalmışsanız ve zeytin kasesi boşsa, kimseye birşey söyleyemeyip, aç kalıyormuşsunuz.
Burada asıl konu, sizin aç kalmanızdan çok, aslında şu: Erken gelip, hakkından fazla zeytin almış olan kişi, onun yüzünden bir kişinin aç kalacağını biliyor olmasına rağmen, o zeytinleri nasıl alabiliyor! Ruhu temiz kişiler, hiç kimse bakmıyor, kontrol etmiyor, şikayet etmiyor ve ceza vermiyor olduğunda bile, başkasının aç kalmasına sebep olarak kendi haklarından fazlasını almıyorlar, kendileri de yarı aç olmalarına rağmen, yapmıyorlar bunu.
Oysa ki, hiç doymak bilmeyen başka birileri, aç kalanlara, sakat kalanlara, hastalanıp hastaneye gidemeyenlere, çocuklarını besleyemeyen, okutamayanlara, yaralananlara, ölenlere rağmen, hatta onlar pahasına, kendi çıkarlarını gözetebiliyorlar. Bunu yaparken hiç utanmadıkları gibi, toplumun büyük bir kesimi tarafından, üstelik bir de saygı görüyor ve adam yerine konuyorlar.
Eskilerin, bu gibi durumlar için güzel bir temennisi vardır: "Ne diyelim! Allah ıslah etsin!"
Artık biz kime güveneceğiz?
Şu dünyada herkes hakkına,
ve emeğinin adil karşılığına razı olsa
ne iyi olur..