16 Ocak 2014 Perşembe

Bırakın Çocuklar Çocukluklarını Yaşasın


Geçen gün bir eğitimde, içimizdeki çocuğa ulaşmak için çocukken yaptıklarımızı yapma ödevi verildi.
Doğru anlayalım diye detayları konuşuyorduk, işte çocukken çamurlarda şap şap yürümüşsündür;, aklından geçeni söylemişsindir; içinden ne geliyorsa onu yapmışsındır; şimdi de öyle davranmayı dene gibi. Birden fark ettim ki ben şap şap çamurda hiç yürüyememişim; aklımdan geçenleri hiç söyleyememişim; ellerime böyle boyalar hiç sürememişim; toz toprakla hiç oynamamış, içimden geleni de HİÇ yapamamışım.



"Nasıl yani?" diye bir şok yaşadıktan sonra o dönem disiplinli ve mükemmeliyetçi bütün ailelerin çocuklarını küçük birer prens veya prenses gibi yetiştirmeye özen gösterdiklerini, o çocukların üstlerinin başlarının hiç kirlenmediğini, o çocukların hiç avaz avaz şarkı söylemediklerini, dışarıya yemeğe çıkıldığında - ki bu hiçbir zaman akşam yemeği olmaz, genelde pazar öğle yemeğidir - yerlerinden kalkmak bir yana kıpırdayamadıklarını hatırladım. 'El alemin çocuğu' diye bir hayali kahraman vardı ve her çocuk o örneğe uygun olarak terbiyeli, temiz, çalışkan, kibar, kısaca mükemmel  olmak durumundaydı. Kendi çocuklarının bu şablondan şaşması aileler için en utanç verici şeydi. (Aileleri suçlamak değil amacım; o zamanki bilinç düzeyi böyleymiş. Onlar da ne görüyorlarsa onu yapmışlar. Kimse onlara düşünmeyi, değerlendirmeyi, hatta hissetmeyi öğretmemiş ne yazık ki.) 

Bu çocuklar - yani bizler - 15-16 yaşına kadar bu şablona bağlı yaşadıktan sonra okuldu, spordu diyerek kendilerini evin dışına atınca bir bakıma kurtulmuş oldular. Unutmayın ki o dönem cep telefonunu sadece Uzay Yolu'nda Kaptan Kirk'ün cebinde görürdük; evden çıktık mı artık özgürdük. Eve dönene kadar kimse bize ulaşamazdı. Disiplin evde kalmaya mahkumdu. Okulda da vardı ama dersler bittikten sonra bir sınıfta tüm yaramazlarla beraber 2 saat geçirmek şeklinde olunca, o cezalar da eğlenceye dönüşür, pek caydırıcı olmazdı. (Şimdiki çocukların dışarıda sosyal bir hayata pek de istekli olmamalarının, PlayStation'ı arkadaşlarıyla koşup oynamaya tercih etmelerinin sebebi bu olabilir. Onlar evde de istedikleri gibi yaşıyorlar. Çocukluğunu yaşayamamış bir nesil olarak bizler çocuklarımıza çocukluklarını yaşama alanını abartarak veriyoruz.)

Her ne kadar başbakanımız herkese "3 çocuk istiyorum" deyip dursa da çocuk sahibi olmak sorumluluk isteyen bir iş. Mecburi de değil. Özen gösterecek durumda değilsen yapmayacaksın. Ebeveyn olma becerin yoksa yapmayacaksın. Kendinden başka bir canlıyı önemseyemeyeceksen hiç yapmayacaksın.
Çocukları evler, arabalar, çantalar, saatler gibi prestij amaçlı kullanılacak şeyler olarak görmeyeceksin.
Benim çocuğum çok güzel.
Benim çocuğum çok akıllı.
Benimki su topu takımına seçildi.
Benimki koleji kazandı. 

Bu mudur?

Sizinki ne hissediyor?
Sizinki neleri seviyor?
Sizinki nelere üzülüyor, kırılıyor, imreniyor?
Ne yapmak istiyor? Ne yap-ma-mak istiyor?
Hepsini geçtim. 
Mutlu mu sizin çocuğunuz?

Çocuk çocukluğunu yaşayamıyorsa mutlu olamaz.
Çocuğu 7 yaşında çırak verirseniz çocukluğunu yaşayamaz. Bu istismardır.
Çocuğu 7 yaşında prense/prensese dönüştürürseniz çocukluğunu yaşayamaz. Bu istismardır.
Çocuğu 10 yaşında oyun oynamak yerine ders çalışmaya zorlarsanız yine çocukluğunu yaşayamaz. Bu da istismardır.

Ama hepsinden acı bir gerçeğimiz daha var maalesef!
Milletçe utanç duymamız gereken bir gerçek!


Bir çocuğu 11.5 yaşında evlendirmeye kalkarsanız, buna artık istismar denmez!
Buna çocuğunu satmak denir. Köle ticareti denir. Vahşet denir!
Hayvanlar bile - niye 'Bile' diyorum bilmiyorum, doğamızı/doğal olarak yapmamız bekleneni anlamak için onlara bakmamız yeterliyken halbuki - yavrularını canları pahasına her türlü tehdide karşı korurken, kendi yavrularına kendileri tehdit oluşturan, onların bu vahşeti yaşamasına rıza gösteren, hatta sebep olan annelerin, babaların, her konuda fikir beyan etmeye bayılan ama bu rezalete göz yuman diğer aile büyüklerinin, o nikahları kıyan imamların ruh hallerini çok merak ediyorum. 

"Kökler/Roots" diye bir TV dizisi vardı çocukluğumuzda. Amerika'ya gelen ilk kölelerin hikayesini anlatan. Oradaki insafsız, acımasız, iğrenç köle tacirlerine mi benzerler yoksa bu insanlar?


Bizim başkalarının çocuklarının başına gelen bu felaketleri duyduğumuzda içimiz bu kadar acırken, onlar kendi çocuklarının arkasından ne hissederler acaba? Mesela daha oyuncak bebekle oynayacak yaştaki kızlarını babası/dedesi yaşındaki pedofillere teslim ettikten sonra o günleri nasıl geçer? "Bu iş de bitti, şimdi de çamaşırları yıkayayım," diye kaldıkları yerden devam mı eder anneler? "Tamam ağalar, yetiştim, bana da çay koyun," diye kahveye mi koşar babalar? Torunlarına karşılık verilen altınları sayarken, kızlarına "Yarına da mantı açalım, Ali emminler gelecek," mi der nineler? Nikahı kıyan imam, vaazında "İyi insan olun, kimseye zulmetmeyin," diyebilir mi o gün?

Bunları gerçekten merak ettim. Aklım almadı, hayalimde canlandıramadım çünkü.


Keşke "Bu suça daha fazla ortak olamayız" diyerek töre cinayetlerine, berdele, çocuk gelinlere dur diyebilecek vicdan sahibi politikacılarımız çıksa da bu utançtan milletçe kurtulsak!
Kim bilir, belki bir gün...
Ve neden o gün bugün olmasın ki?

ÇOCUKLAR ÇOCUK KALSIN.

HEP GÜLSÜNLER.








Bugün bir çocuğun gülümsemesinin nedeni olsak ne iyi olur...