18 Haziran 2020 Perşembe

Stand-Up Yazsaydım


Boyumu aşan işlere cesaret etmek hoşuma gider.

"Başaramamaktan korkmasan ne yapmak isterdin?" gibi sorular vardır ya. Ben o sorulara vereceğim cevapları zaten başarmak/başaramamak gibi bir mefhuma takılmadan hep yapadururum.

Uğur Yücel'in ağzından Corona Günleri Home Stand-Up yazmak da öyle bir cüretti. Daha da ileri gidip Uğur Yücel'in kendisine de ulaştırdım; ve o da tevazu gösterip okudu üstelik. (Hatta beni yarım kalmış sit-com'umu bitirmek için yüreklendirdi bile.)

Tabi ki ilk stand-up denemem. Tabi ki amatörce. Tabi ki iddialı değilim. 

Ama bir göz atmak isterseniz... Uğur Yücel'in sesinden okunmak üzere yazıldı. 


Uğur Yücel Korona Günleri Home Stand Up

  Jenerik: Uğur Yücel Home (Office, Schooling kelimeleri aşağıya doğru kayar, okunmayan bazı kelimeler hızla geçer, Theatre kelimesi gelir durur.)

Dış ses: Bu değil!

   Okunmayan kelimeler hızla geçer. Boş ekran görünür.

Dış ses: Bunu daa... (tuş sesleri) kendimiz halledeceğiz. (Bir kaç tuş sesi ve hızlı bir bitiş vuruşu.)

   Stand Up yazısı belirir.

   Home Stand Up büyür, tam ekran olur. 

Dış ses: Kimsenin evinde oturup stand-up yapayım dediği görülmüş mü ki, hafızadan bulayım!

   Tekrar tuş sesleri gelir.

   Tek tek harflerle...Yazan: Selva Bayındır


   Uğur Yücel evinden stand up performansı sergilemek üzere kameranın hazır olduğu odaya enerjik biçimde girer. Kamera boynundan aşağısını gösterir. 

Uğur Yücel:

Ne hallere düştük böyle! Eski Yeşilçam gibi... sabit kameraya eyvallah da... kameraman DA yok, anasını satayım! 

   Kamerayı düzeltirken konuşmaya devam eder.

Hatırlarsınız o filmleri. Hepsi aynı formülle yazılırdı. Üç aşağı beş yukarı: 

Hülya Koçyiğit artı Ediz Hun, çarpı Önder Somer, parantez içinde ya Suzan Avcı ya Lale Belkıs, bazen bir parantezde de Ömercik, veya Sezercik, onu da çarp Erol Taş’la kıyamet kopsun, son dakikada Hulusi Kentmen’i ekledin mi, buyrun size mutlu son. 

Hollywood formülü de bunun integrallisiydi aslında. 

Işın kılıçları, mavi haplar, kırmızı haplar, yüzükler, efendiler, (mahzunca omuzlarını kaldırıp başını eğer) yoktu öyle şeyler.

   Kamerayı geniş açıya ayarlar. 

Şöyle genç havalı (büyük göğüs tarif ederek), sarışın bir kadın gireydi apartmana bugün... Veya beş! Serdar Ortaç’ın eski günleri gibi...(Kıs kıs güler) Paparazziler HEMEN şurada bitiverirlerdi, çekimi de onlara yıkardım! Rahat ederdim. Nedir bu?!

Her neyse. Hallettik galiba.

   Bakar. 

Böyle iyi. Dolaşacağım çünkü. Siz de dolaşıyorsunuz biliyorum. O kadar ev yapımı ekmeği, pastayı, böreği yiyince... Salonun sol köşesinden yatak odasının perdesine değip dönerek 320 turun, 10 000 adım ettiğini hesaplayanınız var, biliyorum. Telefon görüşmelerini eliptik bisiklet üzerinde yapanlar, ki uyarıyorum, karşı tarafta o nefes alış verişi (hızlı hızlı nefes almanın taklidini yapar) yanlış anlayanlar OLUR!

Trampolinde fasulye ayıklayanlarınızı da duyd... Hayır hayır bunu uydurdum, bu doğru değil.

   Biraz yürür. 

Fasulye diye duymadım, (gülerek) trampolinde bezelye ayıklayanlar olmuş!Fasulye... Olmaz! Bıçakla zıplanmaz! Evde denemeyin! Ne biliym!?(Yapabilirsiniz diye düşündüm ifadesi takınır) Hepimizin ruh hali ortada.

   Kaldığı yerden devam eder.

Trampolinde güzel tereyağı olur.(Gülerek) Koyun kavanoza yoğurdu... (Çalkalama hareketi yapar, güler.)Yayık tereyağı öyle bulunmuş. Adam ayran içiyormuş... trampolinde... (Hareketlerle gösterir, yarısında bırakır gülerek.)

   Volta atmaya devam ederken... 

Kaç adım oldu? Sayanınız var mı? Gösteri sonunda doğru sayıyı mesaj atan ilk 2 talihliye, ilk canlı gösterimde en önden davetiye veriyorum. Arada teklif şekil değiştirebilir, onu da söyleyeyim...

İlk fırsatta biri zaman makinesini icat edecek çünkü. Aşıyı falan değil, zaman makinesini. Dünya Tımarhanesinden Kaçış adıyla film de yaparlar belki ilerde - veya geride - her nerede olacaksak... "Ağbi bildiğimiz yere gidelim deyip, 70’lere 80’lere gidilir diye düşünüyorum. 

Hepimizin nostaljisi orada.Eski bayramlar, eski aşklar, eski sahiller, eski politikacıLAAAR. İnanılır gibi değil ama, o günlere BİLE şükredebiliriz.

   Demirel taklidi yaparak 

Aşı vardı da, şerbet yapıp, biz mi içtik? Doğmamış çocuğa don biçilmez, bu pandeminin nereye varacağı henüz meçhuldür, ama bana Türkiye’nin şu anki durumunu bir kelimeyle anlat derseniz "iyidir" derim. İki kelimeyle anlat derseniz "iyi değildir" derim. Ege bir Yunan gölü değildir, Ege bir Türk gölü de değildir, binaenaleyh Ege bir göl değildir... Zaten siz Ege’yi Egelilere bırakın, gitmeyin, evde kalın.

"Dün dündür, bugün bugündür"ü kimse yemez ama. "Yarından geldik baba, bugün de dün, ne diyorsun" derler adama.

Hey gidi günler! Hayat daha mı kolaydı, daha mı adildi, değildi, ama her şeye rağmen gülümsemek daha kolaydı. Hatta gülümsetmek de SERBESTTİ. ("Asıl önemlisi bu" diyen bir ifade takınır.) Devlet adamları bile stand up yapıyordu işte. Doğmamış çocuğa don biçmek nedir? Bir adım ilerisi "Katina’nın elinde makası, dikemeez, ah dikemez!"

Dediğim gibi, 70’lere 80’lere gitmişsek,(dans edercesine) "ooh süper, kurtuldum bütün sıkıntılardan, virüs de neymiş" olmasını beklemeyin.

Yok öyle bir dünya. 

Bizim de bir koleramız vardı yani. 65 yaş üstüne ve hastalara gıcık değildi en azından, virüs de değildi bakteriydi, öldürmüyordu da... Hayır, hayır, öldürüyordu... Covid 19 kadar, belki daha da çok öldürüyordu. Adı bu kadar havalı değildi, o yüzden fazla meşhur olamadı!  O... En çok denize girenlere gıcıktı... Koli Basili vasıtasıyla mı geçerdi ne... Sahilden kovayla su alıp, onu sayar bırakırlardı. Kimse denize girmesin derlerdi... Biz girmezdik, ama bazı kişiler girerdi tabi, şimdi MASKE takmayanlar var ya, işte onların dedeleri, üç beş arkadaşları, komşular... O tayfa...

Sadede gelirsek, davetiyeler Tim’s’den değil de, Şan Tiyatrosu’ndan olabilir. 

Yalnız uyarayım, elektrik sistemi zayıftır oranın, dikkat edin kontak montak yapar gibi olursa, hemen kaçın. Alev alev yanar. İtfaiye bile söndürmez... Söndürmeye yetmez...Gücü yetmez...

Yalnız 2020’yi koymayabilirler o makineye - önlem olarak. O yüzden geri dönemeyebiliriz. Ama niye dönmek isteyelim ki!? Değil mi? Merak ettiğimiz dizi finali bile yok; hepsini obur-izleme yapıyoruz, bitiyor. 

Bir Dallas sezon finali vardı mesela, sokaklar boşalmıştı. JR’ı kimin öldürdüğünü öğreneceğiz diye kimse evden çıkmadı, gönüllü sokağa çıkma yasağı vardı o akşam. Şimdi SOKAKTA öldürülen öldürülene ama kimse merak etmiyor.

Üçüncü dünya savaşının, insansız uzay araçları, akıllı füzeler, dünyanın iki ucundan düğmeye "önce ben bastım, hayır ben, ben kazandııım" diye yarışan süper güçlü (çocuk gibi hareket ederek) liderler arasında geçeceğini beklerken, tüm dünyayı, hem de Afrika’daki en ufak kabileye kadar hepimizi, mini minicik bir virüs esir alınca, biz de böyle sudan çıkmış balık gibi kalakaldık.

Birileri deneme yanılma yöntemiyle - ki en sevdiğimiz yöntemdir, özellikle Milli Eğitim’de çok kullanmışızdır - her gün yeni kurallar koyup duruyor. Biz de o 
kuralları takip etmeye çalışırken yorgun düşüyoruz, kiii uygulayacak mecalimiz kalmıyor, demek ki... bir kısmımızın... 

Aylardır neredeyse sokaktan geçen Aygaz bayii bile "nana nana naa Aygaaz, maske takın" diye kamu spotu yayınlarken, Mısır’daki sağır sultan "ne diyorlar, maske takmak şart mıymış, verin şuradan zümrütlü maskemi"... diyerek konuya vakıf olmuşken, maskesiz sokaklarda el ele kol kola dolaşanların olması ONDAN!

Kuralları takip edebileniniz var mı? Baştan alalım: 

Evden kesinlikle çıkmamalısınız. Peki. Çıkmanızı gerektirecek bir sebep varsa, o zaman çıkabilirsiniz. (İleri geri ne yapacağını şaşırmış şekilde gidip gelir.) Bütün dükkanlar kapalı. Tamam. Sadece açık olması gerekenler açık (şaşkınca kalır). Açık olmaları gerekmiyorsa, hiçbir dükkan açılamaz.(Yine ne yapacağını şaşırır.) Bu virüs ölümcül,(tedirgin gözükürken) ama ondan korkmayın (rahatlar), sadece yaşlılarda ve başka hastalıklar yüzünden zayıf olan bünyelerde ölüme sebep oluyor,(anladım der gibi kafa sallar) aynı zamanda zayıf olmayanları da öldürebiliyor (kalakalır). Virüs insanlara bulaşmayı durdurana kadar evde kalmalısınız. Tamam. Yeteri kadar insan hastalanıp bağışıklık kazanmadan bulaşması durmayacak. (Anlamaya çalışır.) Yani hasta olmanız çok önemli, ama aman hasta da olmayın (yine ileri geri ne yapacağını şaşırır). Virüs farklı yüzeylerde 2 saat yaşayabiliyor, bazılarında 4 saat veya 8 saat, ama çoğu durumda saatlerce değil, günlerce yaşayabiliyor. Yaşaması için nemli ortam da gerekiyor. Veya kuru ama soğuk ortam. Bazen de her şartta yaşıyor. Veya yaşayamıyor. Maskeler sizi virüse karşı korumaz, ama yine de takmanız gerekir çünkü hayat kurtarabilir. Bazı durumlarda mecburidir ama bazen de değil.

Maske takın, takmayın, takın ama sadece markete girerken takın, eczanede de takabilirsiniz, ama eczaneye girmeyin, evden çıkmayın ama her eve geldiğinizde elleriniz 20 saniye sabunlu suyla yıkayın, yıkarken "happy birthday" şarkısı söyleyin... ("Nedir ya bu" ifadesiyle bakar.)

   Canan Karatay taklidi yaparak: 

Siz şimdi ekmek yemiyorum diyorsunuz ama, makarna da yemiyeceksiniz, pilav da yemiyeceksiniz, bulgur da yemiyeceksiniz, siyez bulguru da yemiyeceksiniz, arpa da yemiyeceksiniz, çavdar da yemiyeceksiniz, yulaf da yemiyeceksiniz, pirinç de yemiyeceksiniz, mısır da yemiyeceksiniz, patates de yemiyeceksiniz... AMA MASKE TAKIN! (Biraz durur.) Bakkala gidiyorsanız takmayabilirsiniz ama manava gidiyorsanız mutlaka takın. Ama manava da gitmeyin. Çok gerekiyorsa gidebilirsiniz ama gerekmiyorsa kasaba gidin. Et yemiyorsanız, manava gidebilirsiniz ama o zaman da kafanız çalışmaz... (Ellerini "aptallaşırsınız"ı vurgularcasına açar ve güler.)

Corona öncesi günlerden birinde... Tarihe böyle mi geçecek acaba CÖ, CS, ingilizcesinde karışıklık olur ama, Before Christ, After Christ harfler aynı, BC AC...Belki bir göbek adı koyarlar virüse. Fucking Corona? BFC ve AFC!

Neyse, Corona öncesi günlerden birinde, genç bir çocukla konuşuyordum, sizin aşklarınız bizimkiler gibi olamıyor, - teknoloji yarıştıracak halimiz yok, duygulardan gireceğiz tabi - çünkü özlemiyorsunuz, telefon beklemek nedir, o telefon oturma odasının ortasındaysa ve sabitse ve kordonu kısaysa, kız arkadaşla nasıl konuşulur, ulaşamadığında mektup nasıl yazılır - yani kağıt mektup e-posta değil, k-posta, postaneye nasıl gidilir, pul nedir, nasıl yapıştırılır, mektup kaç günde gider, cevap en erken kaç günde gelir, gelirse senin eline geçmeden başkasının görme şansı nedir bilmiyorsunuz diyordum kiiiii...

Pat Corona çıktı! Fucking Corona! Gençler evden dışarı çıkamıyor! "Duygudan girelim, kesin fark atarım" derken, bunu da çocuk kazandı, iyi mi! Kız arkadaşıyla aynı şehirde 2 aydır görüşemiyor! Özlemiyorsunu.. ne? Öz.. gak guk...

Ferhat bile evden çıkamasa, geçmiş olsun yani!Efsane falan olamayacaktı! 

Ebeveyn kılığında gardiyanlar var, onları geçsen, evde otura otura emekli albay kıvamına gelmiş, kaymakamlığa suç duyurusu yapma birimi komşular var. Camda! Bööyle bakıyorlar! 

"5 numaranın oğlu mu o?" 

"Yok baba, bakkalın çırağı!" 

"Hııı!" 

Hadi komşunun oğluyla güç birliği yaptın, o çakma emekli albayı oyalarken sen kapıdan sıvıştın diyelim, 2 dakikaya emniyetten mesaj geliyor (internet yoğun ya, ondan 2 dakika, yoksa eş zamanlı aslında, çıktın, hoop ebe! 

"Menzil dışına çıktınız, lütfen evinize dönün!" 

Menzil ne? 

"Bizim kaçmamıza çanak tutup Genç Avı mı oynuyorlar bunlar, neyin kafası bu yaa!?" diyerek eve koşan genç, telefonu evde bırakıp kaçmayı da birkaç gün rötarla akıl ediyorsa da, - bilgisayar işletim sistemi hızlı da, kafa değil! - bu defa kıza ulaşamıyor, telefon yok, telefon bulsa numarayı bilmiyor. 

Yaa, çok zekisiniz teknoloji sihirbazları! Al telefonu elinden, far tutulmuş tavşan. (Tavşan gibi durur.) 

"Kızın numarası ne?" (Boş boş bakar, düşünür gibi yapar, kafa sallar.)

"Ezber yok mu?" (Dudak büküp kafa sallar.)

"Hiç şiir ezberlemedin mi?" (Dudak büker.)

"Formül de mi ezberlemedin? Ee control F2, copy paste.. Tamam tamam, onlar olmaz zaten!"

Sonra neymiş! "Önce sen kapat, önce sen!" Kız sesiyle "aşkitom gelince çaldır." Gelemiyor. Ev hapsinde. Şartlı tahliyeyle çıksa, çaldıramıyor, telefon yok, numara yok, kafa hiç yok! Yaratıcı olmak için imkansızlıklar gerekir. Bizde vardı. Alın size fırsat. İmkansızlığın dik alası! Hadi hodri meydan.Göreyim sizi.

Durum bu. Hayat size limon veriyorsa, ya limonata yapacaksınız, ya da tekila ve tuz isteyeceksiniz. Biz de öyle yaptık. Uzunca bir zaman tiyatro sahnelerinde buluşamayacağımızı düşünerek, sahneyi size getirdik.

Herkes yerleştiyse, günlerdir yemekten bıkmadığınız tüm abur cubur da sehpada yerini aldıysa başlıyoruz.

Hoş geldiniz dostlar home-sahneme.

Gerçek sahneye çıkabilmeyi, ben de sizleri görebilmeyi, lütfettiğinizde alkışınızı duyabilmeyi isterdim elbette. Bunu Zoom’da mı yapsaydık acaba diye de düşünmedim değil. Zeki Müren de sizi görebiliyor çünkü artık. (Gülümser).

Güldünüz o zamanlar hepiniz adama!(Yaa der gibi mimik yapar.) 

Zoom fikrinden rahatınız kaçabilir diye vazgeçtim. Bir kısmınız zaten telekonferanslarınızı yeni bitirdiniz, altınızda gri eşofmanınız, üstünüzde tiril tiril beyaz gömlek, BEYAZ yakalar sıkmıştır, kravat fazla gelmiştir, hanımlar küpelerini bir an önce atmak, makyajlarını silmek ister, eşofmanın kombini hazırda giyilmeyi bekler.

Çocuk odaya girmek için tepinip duruyordur, o da gelsin içeri. Köpeğe havlama izni verelim. Önümüzdeki üç yılının izinlerini toptan kullanmak durumunda kalan, üstelik hiç yapmadığı gibi evde...hatta cam silerek... onu da beceremeyerek... sopayı bahçeye düşürerek, "bir şeyi de beceremiyorsun Ahmet, Fatoş hanım 5 dakikada siliyordu bu camları... tek eliyle... telefonda konuşurken" sözlerinin altında ezilerek geçirmeye mahkum beyefendiye, çıtır çerezleri sesli yeme hakkı da verelim. 

Siz rahatınıza bakın. Zoom yok.

Şimdi. Stand up ne? 

Biri sahneye çıkar ve genellikle kendi hayatından pasajları komedi unsuru katarak anlatır. Sizin de gülmenizi, en azından eğlenmenizi, o da olmazsa hoşça vakit geçirmenizi ümit eder. Böyle bir şey. 

Ben bunu Azınlıkta Kaldık diyerek hem yıllar önce, hem de yakın zamanda yaptım. Siz de izlediniz. Allah razı olsun. Şahsımı (belli belirsiz gülümser) "şahsımı" (RTE tonlamasıyla söyler) yıllardır tanıyorsunuz. Bilmediğiniz şey YOK ASLINDA. 

Zaten evlere kapanmışız, herkesin gördüğü kişi sayısı ortalama alınsa, bir elin (elini açar, 5 çok gelir, üç parmağı kapatır), 2 parmağını geçmiyor. Ben de burada topu topu bir (parmağını bir yapar ve baştan aşağı kendini gösterir) kişiyim, bari başka karakterlere bürüneyim, başkalarına hayat vereyim başkalarının hikayelerini anlatayım.(Kısık sesle)Kalabalık MIŞ gibi yapalım dedim. Burada birkaç karaktere hayat verip, onları çıkaracağım karşınıza, kendi yerime, "şahsım" yerine. Bugün sadece biri. Beğenirseniz başkaları da olur.

Sonuç itibariyle, bugünkü gösteri Uğur Yücel değil, ama Berkcan veya Abuzittin de değil. Sıradan bir Murat, Mehmet, Mustafa, - hepsi M harfiyle başladı - seçenekler bunlarsa, o zaman Melih olsun.

   Biraz yürür. 

Çıkıp tekrar gelmeme gerek var mı? Başkası olabiliyorum hemen. Yani...

   Burada Azınlıkta Kaldık’ta Antepli ve Urfalı taklitleri ve benzer taklitleri yapar. 

Taklit işi bir yana, karaktere bürünmekse, sıradan şehirli bir insana büründüm şu anda. 

Neden ben değil de o?

Çünkü bende olmayan anıları anlatacağım. Çünkü "Ofise gittiğimde patrona şöyle bir baktım" dersem yemezsiniz. Biliyorsunuz, bir plazanın 25. katında sabah caramel macchiato’mu alırken kimseye conference call schedule etmediğimi, hayattaki position’ımın hikayeler anlatmak ve karakterlere can vermek olduğunu. (Her isimden sonra, canlandırarak birer replik söyler.) Ali Nazik olduğumu, Cumali olduğumu, Samim olduğumu, Abbas, Aksak, Ekrem olduğumu. Biliyorsunuz işte beni.

Dolayısıyla bana bakarken beni görmeyin. "Aslında ben gibi görünsem de, mutlaka ben değilimdir." (Muzipçe gülümser)

MELİH:

Neler bekliyorduk! Ne felaket senaryoları vardı! 3.Dünya Savaşından uzaylı istilasına kadar. 

BU yoktu!

Bir arkadaşım var. Yumruk atarken görmedim hiç... o kadar hızlı vurur. Win Chun diyorlar. Dakikada bilmem kaç yumruk atıyorsun, kimse görmüyor. 

   Durup "yani" anlamında ellerini açar.

Google’a savaş sanatları yaz, adam çıkıyor ilk. O kadar işin içinde. Ne varsa yapmış ve ustası olmuş. Sen daha Kick Box diyene kadar, adam seni tekmeleyip box etmiş oluyor. "Sıradaki" diyor. Bu kadar söyleyeyim. Geçen gün karşılaştık, "Abi Mad Max’e hazırlandık, 1984 geldi. Şimdi çipi neremize takacaklar acaba diye bekliyoruz" dedi.

Haklı. Çok hazırlıksız yakalandık. Hepimiz!

"İlginç zamanlarda yaşayasınız" diye bir temenni vardır, dünyanın doğusunda, uzaak bir yerinde, neresi olduğunu söylemeyeyim, önemli değil. N’oolur n’oolmaz, zaten itişip duruyorlar sen yaptın, ben yaptım diye. Biri bize yakın zamanda BU temennide bulunmuş. KESİN!

Nedir ya? Dayak arsızına döndük. Gelen vurdu, giden vurdu. Deprem derken, yanardağlar patladı, o bitti kriz çıktı, o bitti virüs geldi. Yeşil yeşil uzaylılar inse şimdi arka bahçeye, kimse şaşırmayacak artık. "Aşı mı bulundu? Sizinle mi gönderdiler?" diyeceğiz. 

"Yok biz bakmaya geldik, ne zamana bitireceksiniz dünyayı diye." 

"Aşı yok yani.. Ne o ışın kılıcı mı, onu bıraksaydınız bari."

Sağlık söz konusu olunca, her şey alt üst oldu. "İyi misin?" sorusu bile yükselen değer. Bir ağırlık kazandı, karizma sahibi oldu. Yıllardır sorarız. "Nasılsın, iyi misin?", "İyiyim, sen nasılsın?" Başka cevap duydunuz mu siz? 

Yani, versiyonları var tabi. Yaşa ve duruma göre "iyiyim şekerim", "iyiyim tatlım", biraz genç "iyidir kanka", daha erkeksi "iyidir". Kısa ve net. Erkek adam çok konuşmaz çünkü! Ayıyım diyorsanız "İyiyiz amk". 

Tek cevap vardı, "iyiyim!" Soran da cevabı merak etmiyordu. Cevap veren de doğruyu söylemiyordu. Sonra (taklit yaparak) "bizi robotlaştıracaklar"! 

Robotlaştık zaten çoktan, haberin yok! Nasılsın diyor, iyiyim diyorsun OTOMATİK!

Değilsin ağbi!Haftaya ödenecek senetlerin var, kasa tam takır, oğlan üniversite sınavına hazırlanıyor... demek yanlış olur, sınavı BEKLİYOR. Bir an önce gelsin de geçsin diye. Annesi desen 7/24 "Play Station’dan gelecek sorular herhalde" diye laf sokabiliyor ancak, oğlan sallamayınca sana sarıyor "Melih bir şey söyle şu çocuğa, 2500 soru çözmesi lazım yarına kadar, hala Play Station oynuyor". Yuh diyorsun, ben bile çözemem 2500 soruyu 2 günde, "oğlum annen lafa tuttu sayılmaz o gol". (Güler kendi kendine.) İyi değildin yani. Cevap otomatik pilottaydı.

Şimdi n’oldu? Herkes birbirini merak ediyor. Sorular içten. Cevaplar kişiye özel. Herkes manuele aldı kendini.

"Abi, iyi misiniz? Çocuklar da iyi mi?" 

"Yaa, benim biraz boğazım gıdıklanıyor, oğlanın da geçen gün kakası hafiiif yeşil gibiydi, Ayşıl’ın yüzünde bir leke  oluştu, Corona mı acaba dedik...soğan kabuğu yapıştırmış, antiaging krem yokluğunda... salatalığa kıyamamış" 

"Aman abi, dikkat edin kendinize..." derken manuelden otomatiğe atıp, kıçın kıçın da uzaklaşıyoruz. (Aman bana bulaşmasın edasıyla geri geri gider.)

Yediğimiz içtiğimiz? 

   Kalantor bir edayla: 

"Somon Norveç mi? Tamam. Bana bir ızgara somon salatası..." 

Ne Norveçiiii? Ne somonuuu? Hamsi bile yiyemiyorsun! Nereden geldi, kim elledi diye. Meyve desen lokal tarım peşinde herkes. Adam çileğini kendi üretiyor, kendi götürüp kapıya teslim ediyor. Siparişlere yetişemiyor. Çilek götürürken MASKE takıyor ama! (Gülerek devam eder.) Eczaneye uğrarsa da takıyor, gerekmezse uğramıyor eczaneye, evde oturuyor ama bahçede, çünkü çilek yetiştiriyor. Çilek teslimatı yoksa, maske takmıyor, takarsa bakkala gidiyor!

Tam tersi de var. (Taklit yaparak) "Paketli gıda almıyoruz. Bozulmuyorsa, gerçek gıda değildir" derkeeen, PAKET PAKET stok yaptık, paket paket! O korktuğumuz kimyasallar var ya, bulsak, paket paket onları da alacağız "dezenfektan biterse kendimiz yaparız" diye. Her şeyi dezenfekte ettik.

O, "çok sağlıksızmış, bilmiyorduk, çocuğun biberonunu bile ısıttım, hiç affedemiyorum kendimi" diye mikro dalgaları tu kaka ilan eden kadınlar, şimdi olur da, dışarıdan yemek alırlarsa, son dezenfektasyon atışını mikro’da yapıyorlar.

"10 saniye yetiyormuş. Lahmacunu soktuk, çıkarttık. Çok özlemiştik!" 

"Biz de baklavaları tuttuk 10 saniye, çıtırlığı gitti, ama yedik valla hepsini."

Kadınların çoğu, ya home ofis ya mutfak ofis çalışıyor. Hatta ikisi de, dönüşümlü olarak. 

Biz de kendi ekmeğimizi kendimiz yapıyoruz. Unu çuvalla alıyoruz artık. O kadar çok ekmek yaptık ki, iki gün önce fırın ruhsatımız geldi. Henüz bakamadık hangi kategorideyiz, ayrı. Balkonda duruyor, karantinadaki para üstleri ve elektrik faturasının yanında, yarın içeri alıp açacağız zarfı, merasimle.

Oğuz ağbiler Monte Carlo’ya gideceklerdi long weekend, iki ay sonra 2 saatliğine sahile inme izni alabildiler, bayram ediyorlar. Los Angeles’ı falan unuttular, "güneş çok güzel batıyor Kalamış’tan valla" diyorlar. Heybeli’de de mehtap güzel olur...Biz Heybeli’de heeer gece mehtaba çıkardıık. (Hızlıca ciddileşir.) Ama Adalar’a gitmek yasak! Parklara girmek de yasak. Galiba temiz hava yasak.

"Ayşe’nin kocası kafam kadar tektaş almış, Ahmet 18’lik kızla marinada görünmüş, Mehmet işi kapatıp Miami’ye yerleşecekmiş" gıybetleri bitti. Hepsi bitti. Heeepsii! Zaten kimse tektaş da alamıyor - tektaş almayı gerektirecek yaramazlık da yapamıyor. 18’lik kızları desen, ancak kendi kızıysa görebiliyor, tamamı yaş durumundan ev hapsinde. 

100 kişiye sorsak en popüler konular, kablosuz elektrik süpürgesi (100 kişiye sorduk yarışmasındaki doğru cevap sesi - bııııp ), mıknatıslı cam sileceği (bıııp), ekmek tarifi (bıııp). 

Çoğu, cebinden iki CEO, yanında bir de avukat çıkartacak vasıfta iş kadınları, evde mahsur kalıp, bir de üstüne yardımcıları mecburi izne gönderince, yeni gelin gibi ev işi öğreniyorlar... whatsapp’dan... destek gruplarına evrilmiş gıybet gruplarından.

Akşamları da, TV karşısında oburca, ardı ardına dizi izlemece. Biz geçen akşam Netflix’i açtığımızda, bir patlama ve konfetilerle karşılaştık. "Tebrikler Netflix’i bitirdiniz" yazdı. Alkışlar arasında altın üyelik hediye ettiler. Artık diziler yayına girmeden bir gün önce bize açılacakmış.

Fırın ruhsatı, Netflix’e altın üyelik derken, saç kesme ve boyama konularında da ustalık belgemizi almaya ramak kalmıştı ki, bir anda sokağa çıkma yasağı, şehirler arası yolculuk yasağı, o yasağı bu yasağı, ne varsa hepsi kalktı.

(Yandaki başka birine söyler gibi) 65 yaş üstü, 18 yaş altı hala hapis. Onlar birine kesin bir yamuk yapmışlar, birinin ayağına basmışlar, bir hinoğlu var bu işte.

"Havuza girmek serbest, parkları da açın, 3 korner bir penaltı nereye kadar, stadlar da açıla..."

"Eee maçlar?" 

"Seyircisiz oynansın!" 

"Virüs, sosyal mesafe?" 

"Virüsü kapmayanı şampiyon ilan edin, bu sene böyle!"

"Efendim 65 yaş konusu?" 

"Onlar otursun evde!"

Canan Karatay bile "ekmek yiyebilirsiniz artık" deyip ekmeği affetti. 65 yaş üstü, 18 altı hala cezalı.

Berberlerin açılması iyi oldu ama. Apartman görevlisinden, bakkala, karşı komşudan,yan komşu emekli albaya - çakma olan! - (güler) herkes Burdur topçu tugayında bedelli askerlikteymiş de, torpille izne gelmiş gibi. 

Başkaları nasıl bilmiyorum, bizim gördüklerimiz bunlar. Apartman görevlisi, komşu, haa bir de kuryeler... Berberler açılınca herkes terhis olacak Allah'ın izniyle. 65 yaş üstü hariç! (Hiç tasvip etmediğini belli ederek kafasını sallar.) Onlar daha uzun bir zaman evdeler... gibi görünüyor bana. Bilmiyorum bana öyle görünüyor, ne yaptılarsa artık, özür mü dilerler, biz ettik sen etme mi derler, toplanıp bir otoyoldur köprüdür, bir inşaat mı yaptırırlar, bir yolunu bulacaklar, işi tatlıya bağlamak lazım.

Seyahat yasağının kalkmasıyla, evde otur otur nereye kadar, tebdil-i mekanda fayda vardır, bir Bodrum’a gidelim bari dedik. Orada virüs yokmuş, onlara da bulaştıralım!... Hayır hayır, hiç kimseyle temas etmeden, bir haftalık yemeğimizi kumanya yapıp yanımıza alarak, maskelerimiz ve dezenfektanlarımızla, steril gittik. 

Karım araba yolculuğunu hiç sevmez - ona sorarsanız "benimle sevmez", doğru değil, HİÇ sevmez. Neyse, uçağa binecek halimiz yoktu, sosyal mesafe, maske vs. zaten belki uçak seferi de yoktu, vardıysa da bir uçağa 5 kişi ancak alabilecekleri için biletler İstanbul- Bodrum 10 000 TL’dan başlayacaktı, - o da ekonomi artı no yemek - şimdilik arabayla gidelim, bayramda 3-5 arkadaş bir araya gelir dana yerine, şöyle küçük, çift motorlu bir uçağa gireriz, bundan sonraki yolculuklar DAHA ucuza gelir, dönüşümlü kullanırız diye düşündük. 

Velhasıl, arabayla çıktık yola.

Bütün yol, mobil otoyol polisinin refakatinde gibiydim.Yan koltuğumda. Neymiş efendim, hızlı gidiyormuşum. Ee eski otomobil yarışçısıyım ben - neden "şahsım" olarak anlatmadığımı gördünüz! - en hızlısıyım, en meşhuruyum, en yakışıklısıyım (gülerek buna bir son verir ve konuya döner). 

Geçtiğimiz arabalar aşağı yukarı 120’yle falan gidiyorlardı, birinde - tarif ediyorum, abartısız, adam iki eliyle direksiyona sımsıkı sarılmış, biraz gevşetse yoldan çıkacak diye düşünürsünüz, cama o kadar yaklaşmış ki, burnu değdi değecek, şerit değiştirip, sağa sapmak için sinyal verdi 1 km boyunca, şeridi değiştiremediği için sapağı kaçırıp bir sonrakinden çıktı!(Elleriyle "siz değerlendirin" der gibi yapar.) 

Bu adam 120’yle giderken, yanında karısı çıkıdı çıkıdı örgü örüyor. Ne yola bakıyor, ne adama bakıyor, ne tek kelime ediyor, iki ters, bir düz, şimdi bir sağa... Onun sağla solla işi, sadece örgüsünün gittiği yön, o kadar. Adam sağa sapabilmiş mi, sapamamış mı, kendi hız limitlerini - yani olması gerektiği gibi 60’ı - geçmişler mi geçmemişler mi, hiç umursamıyor. Çıkıdı çıkıdı örgü örüyor. 

"Ben şu hızla giderken, sen o kadının olduğundan daha fazla güvendesin" diyorum. I-ıııh! Anlatamıyorum. Uçak bu hıza geldiğinde havalanıyormuş! Hadi canım! Olur mu öyle şey... pilot levyeyi kaldırmasa havalanmaz... 

Yok, herkesi geçme hırsım varmış, Pacman gibi (eliyle Pacman’in önüne çıkanları kapması gibi, sağdan soldan her şeyi kapma hareketi yaparak) onu da geçeyim, bunu da geçeyim, şunu da geçeyim diye arabaları, sağdakini soldakini, bir tekini bile kaçırmadan, geçe geçe gidiyormuşum. O da yalan... Herkesi geçme hırsım falan yok, GEÇEbiliyorum.

Geçtim birini yine. Biraz önünü keserek geçmişim. Kornalar çaldı, el kol işareti yaptı ve başladı gazlamaya. Madem gazlayabiliyordun, bir saattir önümde niye yavaş gidiyordun... bilmiyorum. 

Derdi, yakalayacak  beni, yüzüme bakacak. Hep öyle yaparlar. HEP.  Ben de, beni görsün istemiyorum. Utanç duyuyorum...o yüzden... Traş olmamışım, saçım uzamış... (Güler)Değil tabi... Traşım da tam, saçım da düzgün...(Yine güler.) 

Karım "dalaşma adamla, bırak gitsin" diyor. Yazdığı ceza puanları biraz daha artarsa, ehliyetime el koyacak... o geçecek direksiyona diye, sözünü dinliyorum bu defa. Adam yanıma gelince, (eliyle çevirerek) camı indirmemi işaret ediyor. 

İndirmiyorum tabi. Cam zaten öyle inmiyor. (Bızzz yapıyor). Sen hangi senede kaldın? Hayır, önden mi gittin 70’lere? Karımı dinleyip, hiç dalaşmadan yoluma devam ediyorum.

Bakmayın onun da abarttığına, rahat rahat Bodrum’a vardık. İstanbul’dan beri DÖRT saattir lüzumsuz yere başımın etini yiyen karım da, ben de rahat bir nefes aldık. Rozetini jandarmaya teslim etti... "Dönüşte alırım, kaybetmeyin" diye de tembih etti... Otoyol polisi, Allah’tan. Bodrum içinde görev yapamıyor.

Bu virüs yüzünden pek çok çift boşanma kararı almış. Aile mahkemeleri kapalı gişeymiş. 

Bizde öyle bir durum yok Allah'a şükür. Yıllardır iyisiyle kötüsüyle tanıdık biz birbirimizi. 

O dırdır ediyorsa, ben kulağıma tıkaç takıyorum, ben bir şey istersem o sallamıyor. Mesela "mutfağa gidiyorsan, su getirir misin" diyorum. Baktım tık yok, kendim gidip alıyorum. 

Beni real time bloklamış olabileceğinden de şüphelenmiyor değilim, bu arada. Mesajlarım pek ulaşmıyor sanki. 

Her neyse, asayiş bir şekilde berkemal. Boşanma falan yok. Şimdi başvursak 5 seneye sıra gelir zaten, değmez.

Giyindik, daha doğrusu soyunduk, denize gireceğiz. Ayıptır söylemesi iyi yüzerim, denizde de en hızlı, en meşhur, en yakışıklı...(Güler, eliyle hadi oradan işareti yapar.) 

Karım ahtapot sever, ben de denizde olduğumuzda, her fırsatta ona bir ahtapot yakalar getiririm. "Ahtapot bakayım mı" dedim. Böyle zamanlarda duyuyor, ful blok da yememişim demek ki (kaşlarını kaldırarak yaa der gibi yapıyor) - nasıl şeyse, çözemedim henüz. "Ah çok iyi olur. Al bunu" diye şnorkeli uzattı. 

Bir maske daha görmeyi kaldıramayacaktım. Zengin babanın, kızından uzaklaşsın diye teklif ettiği parayı reddeden, fakir ve gururlu genç edasıyla, "ben maskesiz de dalarım" dedim ve atladım suya.

Şnorkelsiz dalış rekorunu kırmışım! Bröveyi, fırıncılık belgemizin yanına asacağız.

Uzun lafın kısası, tatil bize iyi geldi. Doğa bize iyi geldi. Deniz havası iyi geldi. Kuş sesleri iyi geldi. 

İnsanlık evlere kapanınca, doğa coşup kendine gelmiş, görmek lazım. Biz olmasak ne mutlu, ne güzeller... Bunca yıl doğayla itişip kakıştık, hep o kazandı. Belki de artık, pes etme zamanıdır. "Sen haklısın çok ayıp ettik, bu dünya hepimizin" deme zamanıdır.

Karıma "Kızılderilileri örnek alalım" dedim. "Bir bitki alırsak topraktan, başka bir tane dikelim." Onun da aklına yattı. Geçen gün erik ağacını sıfırlamış, TAMAMINI toplamış eriklerin... 2 kişiyiz biz...Bahçeye bir sap maydanoz dikiyordu... Eee şehirli kadın, esnafla pazarlık etmeye alışmış, doğaya da aynı konseptte yaklaşıyor...

"Tamam işte, bir ağaç erik, zaten herkes evde, kimse yemiyor, çöpe gidecek, ben bunları alayım, ye ye bitmez ama deep freeze’e falan koyarım, şu maydanozu dikiyorum, bu BİR sap yayılır buralara, bir tarla maydanoz olur." 

Doğa o sırada gök gürletip, şimşek çaktırmayınca - ki günü de ona göre ful güneşli bir günden seçmiştir kesin - "anlaştık" deyip, toplamış erikleri. 

Bu gidişle, Kızılderili diye yola çıkıp, ailenizin manavı olma ihtimalimiz çok yüksek.

Sen tatile diye gel, Bodrumun en hızlı, en meşhur, en yakışıklı... manavı ol. 

Yolunuz düşerse bekleriz. Merkezde, eczaneyi geçince, hemen sağdayız. 

Eczaneye, gerekmiyorsa girmeyin, ama manava gelecekseniz, mutlaka maske takın. Canan Karatay'a görünmeyin, o sizi kasaba gidiyor sansın! Maske sizi korumasa da, hayat kurtarır.

Güvende kalın, sağlıkla kalın, evde kalın.


Not: Elbette ki, Before Christ (BC), After Christ (AC) şaka amaçlı kullandığım kısaltmalar. Aslı  BC (Before Christ) ve AD (Anno Domini - in the year of the lord) dir.