21 Nisan 2014 Pazartesi

İmaj Dediğimiz Tam Olarak Neydi?



Yıllar önce 15-20 kişi, çok keyifli bir eğitim için haftada birkaç gün toplanıyorduk. Eğitimin "Anı yaşamak" olarak özetlenebilecek bir felsefesi de vardı. Bizler de çocuklar gibi yaşıyorduk her anı sonuna kadar. Çocukça da davranıyorduk üstelik sıkça.

Bir gün "Bari imajımı düzelteyim, koskoca kadınım," diyerek kek yapıp götürmüştüm toplantıya. İmaj'ı "görüntü" anlamında düşünmüş, beni yanlış tarif eden bir görüntüm olmasın demek istemiştim. Yani, "Bu kadar da aklı beş karış havada, lay lay lom biri değilim, bakın yemek memek de gelir elimden" demekti amaç. Çok makbule geçmiş, kapış kapış da bitmişti üstelik.

"Asıl öyle yapınca imajını bozmuşsun," diyenler oldu sonra. Aklım karıştı biraz. Ben kek yaparım zaten. Hatta ekmek de yaparım, pasta da. 




Kek yaptığım öğrenilince birden bire Ayşe teyze mi oldum? Aman Allah'ım, iyi ki peynir yaptığımı duymadınız! Halbuki az önce, "Spordan geliyorum," dediğimde modern şehirli kadın sanmıştınız beni, değil mi? Aslında hangisiyim acaba? İkisi birden olsam? Hatta bir sürü şeyi birden olsam? Keyfimce takılsam.

Mutfakta aşçı, salonda hanımefendi... aman, her neyse. 

Nedir ki "imaj" dediğimiz şey aslında? Olmadığımız, ama olmak istediğimiz, bizi öyle sansınlar dediğimiz, kendi seçip beğendiğimiz maskelerimiz mi?

Mahalle baskısı mı var işin içinde?

Sürüyle aynı olma arzusu mu? Kurt kapar diye mi korkuyoruz?

Bodrum'da herkesin kapısında kuyruk olduğu meşhur dondurmacının çocuğunun, hazır dondurma isteyip, ağladığını gördünüz mü siz? Ben gördüm. Tadını mı daha çok seviyordu? Yok canııım..


Bunların yerine


sırf oralardaki diğer çocuklar onu yiyor diye, 
ille de şunu istiyordu işte..


Ya kendimizi olduğumuz gibi tarif etmek zor geliyor, belki yeterince cool da değil ki, bir tarif seçip sonra onun içini doldurmaya çalışıyoruz, ya da önceden tarif edilmiş, etiketlenmiş gruplara dahil olmak için, gerekli kriterlere uygun -muş gibi yapıyoruz.

Oysa ki, insan diye etiketlediğimiz grubun içinde bile herkes birbirinden o kadar farklıyken. Grup tanımlarımız olmasa daha iyi olmaz mı? Sanki? 

Niye kasıyoruz acaba bu kadar?

Ben müzikal meraklısı biri değilim.Buna rağmen "Istanbul'a kadar gelmiş, gitmek lazım" diyerek Cats'e gidersem - veya Notre Dame de Paris'ye -, "bizim çevre"den artı puan alacağımı da çok iyi biliyorum. Alıcam da, o puanlara ihtiyacım var mı gerçekten? 



Doğru, ikisi de önemli müzikaller. Doğru, buralara kadar da gelmişler. Ama onlara harcayacağım zamanda "go atölyesi"ne gitmek bana daha cazip geliyor desem, meselâ?


Go, şu Trevanian'ın meşhur Şibumi kitabında sözü edilen, Çin kökenli bir strateji oyunu. Ben de öğrenmeyi çok istiyorum. Şimdi yüz kişiye sorsam, bir veya iki kişi belki çıkar "go" öğrenmek isteyen, ama muhtemelen, en az elli kişi Cats'e gitmek istiyordur. Hele bedava bilet verseniz, hepsi gider..

Mühim olan baştan sürüye katılıp katılmayacağımıza karar vermek. Katılıyorsak, vuracaklar sürünün damgasını, işi bitirecekler.



Katılmıyorsak.. O zaman özgürüz işte! 

O zaman, herkes müzikal izlerken oyun da oynarız. O zaman, birileri sushi yerken, biz kebapçıya da gideriz. Sadece National Geographic ve yabancı trendy dizileri değil de, yerli dizileri de izleriz gönlümüzce, veya açık açık. Müslüm Gürses de dinleriz, Ajda da. Frank Sinatra'yı da sevebiliriz, çok istiyorsak Justin Bieber'ı da. Oradan çıkıp Fazıl Say konserine de gidebiliriz. Güneşi görüp, sahilde çimenlere de seriliriz, canımız isterse. "Parolayı" bilsek de söylemeyiz, istemezsek. 

Etiketsiz olmak, sıradan olmamak ve bu özgürlüğü sonuna kadar kullanmak gibi geliyor bana. Normlara uymamak. Belki biraz deli olmak. "Aklına eseni yapar" olmak..

İyi bir şey bu.. Çok da eğlenceli..

Deneyin bence.. Tam da bahar gelmişken, hava coşmaya, koşmaya, aklına eseni yapmaya bu kadar uygunken.




Bugün, sırf aklınıza esti diye, hiç yapmadığınız bir şeyi yapsanız ne iyi olur..