28 Şubat 2014 Cuma

Biraz Huzur Lütfen


İnsan gençken hareketli hayatı seviyor. Ben yaşım ilerlerken de severdim, bir dönem. Sonra bir gün, bir de baktım ki, her yer olay, her yer hareket haline gelmiş. Bir durup da, uzaktan bakmayınca, doğal olan buymuş gibi geliyor insana.

Hele şu günlerde durum iyice vahim bir hal aldı. Öyle ki, sinemaya girip çıksanız, ülkenin gündemini değişmiş, 2 saat önce çok önemli olan bir konunun unutulup gitmiş, yerine daha da şaşkınlık verici, daha da şaşırtıcı yeni konular çıkmış olduğunu görüyorsunuz. Cumhurbaşkanımızın meşhur twitter repliğiyle "insan gerçekten hayret ediyor"!

Aman irtibatta olalım, haber kanalları "haber" vermiyor, bari twitter'ı açalım derken... Herşey benzerini çekermiş ya, kendi hayatımızın gündemi de bir rahat durmaz oldu, ki bu gerçekten çok yorucu!

Ben bugün kendimi, yıllar önce bir iş sebebiyle, iki ay geçirdiğimiz Karayipler'deki St. Maarten adasında hayal etmek istedim. Şehirden, politikadan, yolsuzluktan, direnmekten, Toma'lardan, biber gazından, penguen kanallardan sıkılanlar, benimle gelsin...




St. Maarten, Karayipler'in en küçük adalarından biri. Haritada yeri bile gözükmüyor.

Ada o kadar küçük ki, kıyıya yakın bir yere kurulmak durumunda kalmış havaalanına uçaklar inerken Maho Beach'de güneşlenenler kum fırtınasına tutuluyorlar. Cesur olanlar, uçağı tutuyormuş gibi ellerini kaldırıp resim de çektiriyorlar ama ben cesaret edemedim. Ne olur ne olmaz, pilotun eli kayar, rüzgar döner, hava boşluğu vardır... 


Bakın, durum tam olarak şöyle:


Hatta Boeing'ler geldiğinde daha da korkutucu oluyor..

Şu gördüğünüz, günde bir iki defa inip kalkan uçaklar var ya, işte adadaki en heyecan verici, en hareketli olay da bu!  

Adanın yarısı fransızların, diğer yarısı hollandalıların. Sınır derseniz, iki şeritli gidiş geliş yolda giderken, dikkatlice baktığınızda, yolun kenarında görünen şöyle bir işaretten ibaret "Fransız Tarafına Hoşgeldiniz":


Polis? Mutlaka bir yerlerde vardır, ama ben adada trafik polisi bile görmedim! Trafik ışığı falan da yoktu zaten.. İnsanlar gerekirse, şehirlerarası yolda - böyle diyeyim de havalı dursun, aslında adadaki tek ana yol - durup yandaki vitrine de baksalar, komşularıyla da konuşsalar, kimse korna falan çalmıyor, kızmıyor, sinirlenmiyor. Aslında kimsenin yetişeceği bir yer de yok, acelesi de... Adadaki tek sinemaya gidiyorlar desek, ona ulaşmak da en fazla 5- 10 dakika süreceği için, gecikme riski de yok gibi bir şey.. İş güç deseniz, zaten yürüme mesafesinde..

Hava hep güzel.. Tam benlik! Kimsenin, paltosu, anorağı, eldiveni, botu, hatta kalın kazağı bile yok. Şort, t-shirt, terlik.. Haa tabi, mayo, havlu ve güneş yağı bir de.. Sıcaktan çok sıkılınca, Arjantin'e kayağa gidiyorlarmış. Baştan aşağı yeni bir gardrop yapmaları gerekiyor tabi..Yağmur deseniz, bir anda bardaktan boşalırcasına bastırıyor, beş on dakika sonra bulut bile yok..

Burası da günbatımının muhteşem olduğu, Maho Beach'deki meşhur Sunset Bar:




Levha dikkatinizi çekmiş miydi? İsterseniz daha yakından bakın..


(Topless kadınlara, barda içecekleri içki bedava..)
Müşteri çekmek için hiç fena fikir değil..

Plajlar, barlar dışında, görkemli casinoları var, en önemli geçim kaynakları:


Biri fransız, biri amerikan malı satan iki büyük süpermarketleri vardı, o zamanlar.. Belki şimdi çoğalmıştır..


Sokaklarda, hatta bahçelerde ve bazen evlerin içinde de hiç alışık olmadığımız hayvanları var:


İguana daha çok bahçede oluyor..


Ama, kapı pencere açık durunca, yengeçler eve de giriyormuş.. Bizim sivrisinekler gibi.. Gece uyurken, tıkır tıkır bir ses geliyor. Bakıyorsunuz, odanızda bir yengeç!

Birkaç yılda bir, artık o yıl hangisine denk gelirse, hortum yaşamak durumunda adalılar. Hava raporu gibi hortum raporu bekliyorlar her akşam, televizyonda. Afrika'dan çıktı, şuradan geçti, şimdi şurada, şimdi burada... Acaba hangi adayı vuracak diye.. Hortumun "gözü" dedikleri, ortasındaki girdap nereye denk gelirse, orası darmadağın oluyor. Tekneler bahçelere, arabalar denize uçuyor. Havuzlardaki su bile uçup gidiyor..


Çok problem etmiyorlar. Evlerini çok sağlam yapıyorlar. Kapıları, pencereleri için  özel panelleri, onları tutacak mekanizmaları, kendileri için de sığınakları falan var. İşyerlerini daha basit tutuyorlar. Hortum vurursa, nasılsa sigorta zararı ödüyor. Hatta hepsi uçsa da bütün parayı alsak diye bakıyorlar, çünkü hortumdan sonra, adada ne kum kalıyor, ne bir şey, turist de gelmiyor, iş de olmuyor tabi..

Dışarda yemek istediğinizde, yöresel yemekler pek bize uymuyorsa da, fransız ve italyan mutfağı gayet tatminkar.  

Deniz mahsülleri çok bol.  Zaten yüzerken sağınızdan solunuzdan geçiyorlar.. Fazla yaklaşanlar akşam böyle ızgarada buluyorlar kendilerini..


Fransızların Saint Martin'i, hollandalıların Sint Maarten'i işte böyle bir yer. Canınız çektiyse, fırsat bulursanız, mutlaka gidin.. Hayatın böyle stressizini, böyle keyiflisini başka yerde bulamazsınız.
Biz de hala burada olduğumuza göre, sakin ve huzurlu hayata bünyemiz henüz hazır değilmiş demek ki..



Aşağıdaki videoyla, adaların müziği eşliğinde oralara şöyle bir göz atın isterseniz:


Şu memleket de artık huzura erse keşke, 
ama şimdilik gerçekçi olup, 
bari kendimize stressiz ve 
huzurlu bir gün hediye etsek 
ne iyi olur..

25 Şubat 2014 Salı

Güven ve Ötesi


Şöyle bir çalışma vardır; ikili gruplar olunur, önlü arkalı durulur ve öndeki kendini arkadakinin tutacağına güvenerek arkaya doğru bırakır. Tutmazsa/tutamazsa yere düşer.  



Genelde çok kolay görünen bu egzersizde, bazıları çok zorlanır, bir türlü kendilerini bırakamazlar. Ya tutmazsa diye çekinirler. Ya düşersem diye korkarlar. İşin özünde, sebep kontrolün hep kendilerinde olmasını istemeleri midir, veya diğer kişiye güvenememeleri mi, sorun onlarda mıdır, yoksa karşılarındakinde - bu durumda, arkalarındakinde mi acaba? Güvensizlik kişisel bir seçim, bir davranış biçimi de olabilir, veya belki de etrafta güvenilecek kimse kalmamıştır. Bir durup, düşünmek lazım. Kolayca güvenenler mi haklı, güvenmeyenler mi doğru yapıyor?

Mesela, doğal olarak, hiç düşünmeden güvendiklerimiz var: Annemiz, babamız, ailemiz, arkadaşlarımız..






Konumları itibariyle güvendiklerimiz var: Öğretmenlerimiz, doktorlarımız, polisimiz, takımın antrenörü..



doktor amca


polis amca

takım koçumuz, Ahmet ağabey

Şartlar gereği güvenmek durumunda olduklarımız var: Bindiğimiz taksinin, dolmuşun, otobüsün şoförü, vapurun kaptanı, uçağın pilotu, metronun vatmanı..  






Manavımız, kasabımız, bakkalımız - ya da üreticiler ve supermarketler..







Makamlarına güven duyulanlar var bir de: Cumhurbaşkanlığı, başbakanlık, adalet bakanlığı, maliye bakanlığı, belediye başkanlığı, valilik.. Başımızdakiler..




Bir arkadaşım vardı, "insanları çok yakınıma yaklaştırmam, içi boş bir korkuluk olduğumu görmelerini istemem" demişti bir gün bana. Saçma bulmuştum. Benim baktığım yerden, hiç de içi boş durmuyordu.
Oysa şimdi haklı olduğunu düşünüyorum. Belli bir mesafeden, belli bir açıyla bakınca, herkes iyi görünebiliyormuş.

Yaklaşalım bakın, mesela "anne"ye: 

Hep "anneler çocukları için ölür" diye biliriz ama, arada "4 yaşındaki oğlunu açlıktan öldürüp cesedini yatağın altında çürümeye bırakan ve iki sene devletten çocuk yardımı alan anne" de var. 



"Doktor"a yakından bakalım: Hep "doktorlar hayatımızı kurtarırlar" ama, hayatımızı hiç umursamayanlar da var: Gerekmeyen tahliller, bir röntgen yeterliyken, hiç gerekmeyen MR'lar, tomografiler, salgın var korkusu yayılarak kitlelere uygulanan gereksiz aşılar, hatta gereksiz ameliyatlar, kolesterol, tansiyon ilaçları, ağrı kesiciler, multi-vitaminler.. Ve bunları teşvik eden "tüccar" doktor amcalar, doktor teyzeler.




Ya "üretici": Kimyasallar, GDO'lar, MSG'ler almış başını giderken, bir söylentiye göre, tarla bahçe sahipleri, kendi yiyecekleri sebze meyveyi ayrı yerlerde ekiyorlarmış. İyi de, hiç mi düşünmüyorsun, sen de kasabın şişirdiği antibiyotikli, MSG'li, bilmemneli etleri yiyorsun.. O seni zehirliyor, sen onu... Sizler, hepimizi...




"Polis": Onlara hiç bakmayalım; bu ara memleketin bir o yanına, bir bu yanına savruluyorlar onlar..




"Büyüklerimiz" deseniz, onlar da çoktandır kendi dertlerine düşmüşler..


Bu durumda, güvenmemek için sebep var mı diye bakmak "out", güvenmek için sebep var mı, onu araştırmak "in" olacak gibi görünüyor. Ve, baştaki egzersizde kendini bırakırken tereddüt edenler, bu dönemin kazananı olmaya adaylar. Kaybeden insanlık ne yazık ki..

Keşke bütün anneler melek olsa, bütün doktorlar iyiliğimizi istese, yediğimiz içtiğimiz ellenmese, oynanmasa, polisler bizi kötülerden korusa ve büyüklerimiz de büyüğümüz gibi davransa..







Bugün, bize güvenen birine, 
"güvenmekte haklıymışım" dedirtecek 
güzellikte birşey yapsak ne iyi olur..

21 Şubat 2014 Cuma

Meditasyon Dediğin Anı Yaşamak






Bana çok soruyorlar, "meditasyon yapmak istiyorum, sen bilirsin, nasıl yapayım" diye.
"Astrolojiyi de biliyorsundur", "yoga da yapıyorsundur", "onu da anlarsın", "bunu da bilirsin"! "Valla hiç bilmem.." deyince de çok şaşırıyorlar. 
"Öyle şeylerle ilgileniyorsun ya, bilirsin diye düşündük!" 
Konuya çok uzak olan bir kısım insan için "öyle şeyler" diye bir kategori var. Zannediyorum ki, "bilimsel olmadığı düşünülen şeyler" konu başlığındaki her şeyi kapsıyor bu "öyle şeyler".

Ben astrolojiyle, bir defa meraktan haritamı çıkarttırmak haricinde, hiç ilgilenmedim. Merkür retrolarını falan duyarım, "ilgilenmez, bilmezsem beni etkilemez" der geçerim.Yogaya bir defa gittim, hoşuma gitmedi, verdiğim parayı da yaktım, oturdum aşağı. Pilates'i ve benzeri salon sporlarını hiç spordan saymayıp yapmadığım, spor deyince aklıma topla oynamak geldiği için, hareket olsun diye ya yürürüm - o da haldır haldır değil - ya da yazın az bir şey yüzerim. Beden ve ruh dengeli gelişmeli diyerek, her ikisini de makul düzeyde tutuyorum diyelim.. (Bedende enerji dolaşımını düzeltmek için yapılan yogamsı meditatif bir çalışma yapmıştım uzunca bir dönem, iyi de bir şeydi, bir tek o var sayabileceğim.. David Verdesi ve Anna Vladimirova çalıştırırdı. Anna'nın kısa bir demonstrasyonunu buldum Youtube'da.. İlginizi çekiyorsa aşağıdaki linke bir göz atın..)




"Öyle şeylerle" ilgim, temelde, düşüncemizle, inançlarımızla, davranışlarımızla, "enerjimizle" kendi yarattığımız bir illüzyonu yaşadığımıza inanmaktan ve bu doğrultuda farkındalığımı arttıracak her şeye vakit ayırmaya çalışmaktan ibaret. Öğrendiklerimi, denediklerimi, hissettiklerimi de konuya ilgi duyanlarla paylaşıyorum, hepsi bu..



(Hakikat, her ne kadar ısrarlı/kalıcı da olsa, sadece bir ilüzyondur.)

Meditasyon sorusuna dönersek, "onu da bilmem" demiyorum. Biraz bilirim. Zaman zaman, yaptığım pek çok türde meditasyon da var elbette. Ama "her gün 20 dakika meditasyon yapıyor musun" derseniz, hayır yapmıyorum.

Usta "her gün 20 dakikanızı meditasyona ayırın" demiş. Biri çıkmış, "ama ben çok meşgulüm" demiş. Usta da ona dönüp "o zaman, sen bir saat yap" demiş.

Benimki de o hesap. Her gün 20 dakika meditasyona ihtiyaç duymuyorum, çünkü o kadar yoğun bir hayatım yok. Kuşları izlediğim, çiçeklere baktığım, şarkı söyleyerek yemek yaptığım, caipirinha eşliğinde günü batırdığım, sakin zamanlarım da var benim..



Meditasyon, benim için, hayatın hızla dönen çarklarına kapılmış giderken, bir durmak, bir nefes almak, bir "ne yapıyorum ben" demek, etrafta neler olduğunu görmek, kendini dinleyebilmek, ruhun, bedenin kendini tamir edebilmesine fırsat vermek için yapılır. 
(Ruhsal gelişim amaçlı olanı burada konumuz değil..) 

Aborjinlerin bir yerden bir yere giderken, ara sıra, "ruhları yetişebilsin" diye durup beklemeleri gibi, çok hızlı bir tempoda yaşarken, arada bir es vermek gerekebilir. Gazı köklemiş giderken, etraftaki güzel kızları da, yeni açılan kitapçıyı da, kaldırımdaki arkadaşınızı da göremezsiniz. Park edip, yürümeye imkanınız yoksa bile, ara sıra yavaşlayıp, etrafa bir göz gezdirebilirsiniz yine de.

Durmak bilmeden çalışan, dinlenirken bile hep aklında birşeyler olan (yarın yapılacak ödeme, sevgiliye alınacak Sevgililer Günü hediyesi, 'arayacak mı, aramayacak mı', yetiştirilecek rapor, çocuğun veli toplantısı...), elinde telefon (twitter, facebook, döviz kurları, son dakika haberleri...), karşısında televizyon (ya büyüklere masallar şeklinde diziler, ya da başbakan..), kulağında kulaklık (neyse ki müzik..), Kadıköy vapurunda yarım saat geçirip de, martıları görmeyen, onlara simit atmayı bilmeyen insanların karşılığını, uzaktan yakından biraz benzeyenini, arasak tarasak doğada bulabilir miyiz acaba? Hiç dinlenmeyen bir canlı türü var mıdır bizden başka? Ya da dinlendiği sırada, başka şeylerle de ilgilenen, zihni hep meşgul olan?

İşte kaplanın, avını avlayıp, karnını doyurduktan, varsa yavrularını da besledikten sonra, günün geri kalanında yaptığı:


Ve diğerleri:







Bunlar da insanlar:





Mutlu da görünüyorlar, değil mi?



Müzik güzel de, ya dalgaların sesi?

Bana "meditasyon yapmak istiyorum, ne yapayım, nasıl yapayım" diyenlere "niye yapmak istiyorsun?"diye soruyorum.

"Herkes yapıyor diye" hiç doğru bir sebep değil mesela. 

        Hal öyleyse, tütsüleri yakıp, müziği koyup, şu pozisyonda oturup


elleri şöyle tutup


ayakları böyle koyup


20 dakika civarında öylece durmanız yeterlidir.


Ustayı da izleseniz, böyle bir şeydir yaptığı.. Ama gördüğünüz, onun meditasyona hazırlık ritüelidir sadece. İçinde olup biteni, veya daha doğrusu sessiz duranı, dinginliği, dışardan bakarak tam olarak anlayamazsınız.



Niyet gerçekten iyi hissetmek, stresten kurtulmak, depresyona girmemek, yapılan işe daha iyi odaklanabilmek, kendini daha iyi tanımak, daha sağlıklı olmak, daha pozitif düşünmek, hayata gülümseyebilmek, belki de kısaca "anı yaşamak"sa, yapılacak şey çok basit.

Kurallı şeyler seviyorsanız, yoluyla, yordamıyla, ritüeliyle, seçtiğiniz türde bir meditasyon öğrenip, gayet güzel uygulayabilirsiz. Ya da, günlük hayatta meditasyon yerine geçebilecek bir sürü şeyden birini, birkaçını seçip onları hayatınıza katabilirsiniz .

Bana sorarsanız, çabasız yapılan, keyif alınan, zihninizi dinlendiren her şey meditasyon yerine geçer, keyfinize bakın derim. 


Bundan iyi meditasyon mu olur, mesela:


Ya da tadına vararak yenen bir parça çikolatadan:



Veya keyifli bir masajdan:

Çabasız, keyif alınan, zihni yormayan pek çok şey bulabileceğinize eminim.


Bu kadar laftan sonra, çok basit bir meditasyon 
tarifi de yapmadan geçmeyelim. 
(Aşağıdaki linkte müziğiniz de hazır..) 

Meditasyon İçin Müzik


Keyfinize göre müziğinizi koyun, ritüel seviyorsanız, mumunuzu, tütsünüzü hazırlayın.. 
Rahat bir kıyafette, rahat bir yerde, isterseniz meşhur lotus pozisyonunda


Zor geliyorsa, yarı lotus..


O da rahatsızsa, seiza denilen şekilde ayaklar altta da oturabilirsiniz.


Hatta bunun için tahtadan yardımcı destekler bile yapmışlar.

Hiçbirinde rahat edemiyorsanız, sırtınız dik olacak şekilde, bir iskemlede oturun. Maksat omurganın düz durması. (Geleneksel şekiller bunlar, ama ben sırt üstü yatarak da çok yaparım. Uyuyakalmamak için dizleri yukarı çekerek de yatabilirsiniz, ama yan veya yüzükoyun yatarsanız omurganız düz durmaz.)



Otururken, geleneksel olarak eller kucağınızda, sağ el, sol elin üzerinde, başparmaklar hafifçe dokunarak, avuçlar yukarı bakar. 


Baş parmakla, orta parmağı, ya da işaret parmağı, hatta her ikisini de birleştirerek dizlerin üzerine koymak da başka bir seçenek olabilir. İçinizden nasıl gelirse..



(Bunların hepsi enerjinize ve ruh halinize etkisi olan mudralar. İlginizi çekerse, hem meditasyon sırasında, hem gün içinde yapabileceğiniz pek çok mudra bulabilirsiniz. Bizim meşhur ayıp el hareketimize çok benzeyen, denge ve korunma mudrası bile var..)



Ama isterseniz, ellerinizi öylece kucağınıza koyabilir, ya da yana da bırakabilirsiniz. 

Rahat bir pozisyon bulunca, gözlerinizi kapatın.

Burnunuzdan çabasızca, doğal olarak, sakin ve huzurlu nefes alıp vermeye başlayın. Nefesin burnunuzdan girip çıktığını hissetmeniz yeterli..
Çabasızca, öylece nefes alıp vermeye devam edin. 

Aklınıza muhtemelen devamlı birşeyler gelecektir. O düşünceleri kovmaya çalışmayın, ama peşlerine de takılmayın. Bırakın gelsinler ve gitsinler. (Ayrıca, o düşünceleri yabana da atmayın, sakin nefes alıp verdiğiniz bu beyin dalgasında, yaratıcılığınız da tavan yapar, aklınızda olsun! Sonrasında, o fikirleri değerlendirirsiniz bile belki..)

Hepsi bu işte..




Hepimizin sesizce durup, bir "nefes alacak*" zamanımız olsa, hatta bugün kendimize öyle bir zaman yaratsak 
ne iyi olur..

*"Dur bir nefes alayım" diye bir deyimimiz vardır, anlamını tekrar bir düşünün isterseniz..